Bu sitenin çıkış noktası umut. Bu ülkeye barış gelecekse herkesin ama herkesin emek vermesi gerektiğine inanıyoruz. Farklı seslere kulak vermenin, paylaşmanın ve konuşmanın vicdanları dirilteceğini umuyoruz. Yaşadıklarımızı paylaştıkça beylik ezberler yerini gerçek insanların yaşadığı gerçek sorunların tartışılmasına bırakacak.

Asker olarak doğulmuyor, bizlere nasıl asker olunduğunu anlatmanızı bekliyoruz.


*Facebook'ta "Askerler Anlatıyor" sayfasına üye olabilirsiniz: Tıklayın

Askerlik Yaptım Diyemiyorum

Yıl,2005; Edirne/Orhaniye 2. Hudut Bölüğü

Anlatacaklarıma başlamadan önce söylemek istediğim birkaç şey var. Babamın hastalığı yüzünden 2005 senesinde Avrupa'dan Türkiye'ye kesin dönüş yaptım. Geleli daha 2 hafta olmuştu. Askerlik görevimi herkes gibi 15 ay yapmak istediğim fikrini paylaştım ailemle ve onlar da bunun benim için en iyisi olacağını söylediler. Böylelikle hayatımın en kötü kabusu başlamış oldu...

Kabus diyorum çünkü Avrupa'dan henüz dönmüş ve orada dilediğim gibi rahat bir hayat sürmüştüm. O kadar rahat bir hayattan vazgeçerken askerlik görevini yerine getirmeyi gerçek manada istiyor ve bunu bir namus borcu gibi görüyordum. İşte bu bilinçle birliğime katılacağım günü düşünmek bana gerçekten heyecan ve mutuluk veriyordu.Ama ne yazık ki hiç bir şey umdugum gibi olmadı ve ben bir daha asla TSK'yı eskiden oldugu gibi sevemedim.

15 aylık çilem, acemi birliğim Antalya/Topçular'a teslim olduğum ilk andan itibaren başladı. İlk etapta 25-30 kişi kadardık. Çantalarımızın nasıl arandığını hiç unutamıyorum; sanki vatani görevini yapmak üzere gelen bir avuç insana değil de, tarihi eser kaçakçısına yapılan muameleydi bizimkisi. Otobüste sıkılmayayım diye yanıma mp3 çalar almıştım. Bölük astsubayının "oğlum yanına buzdolabı falan da alsaydın" şeklindeki kendince yapmaya çalıştığı espri ve sonrasında dakikalarca süren azarı, daha ilk günden sinirlerimi altüst etmeye yetmişti.

Saatlerce amfide yok yere bekledik. Ne çay verenimiz oldu ne de çorba... Bir yere ayrılmamız da yasaktı. Kantine gitmemize bile izin verilmedi; saatlerce aç ve susuz bekletildik. Bir yerden başka bir yere götürüp durdular.

Temizlenmeyen ve iki günde bir tıkanan tuvaletler; yüzlerce metre uzunluğundaki banyo sıraları; havasız koğuşlar; yıkanmamış, ter ve pislik kokan yatak ve çarşaflar... 60 kişilik koğuşlarda tam 130 kişi yatıyordu. Hatta bir keresinde astım hastası bir asker üst ranzada yatırıldığı için havasızlıktan vefat etti. Allah rahmet eylesin ve buna sebep olanları, bizlere o sıkıntıyı çektirenleri cezalandırsın inşallah.

Birgün eğitimden sonra yemekhaneye geldik ve zar zor içeri girebildik; çünkü yemekhaneye girebilmek gerçekten de büyük bir sıkıntıydı. Dışarda binlerce aç asker, verecekleri bir-iki tas kokmuş yemek için binbir türlü eziyete tabi tutulurdu. Konuşmayacak, sağına-soluna bakmayacak, esas duruşta bekleyecek ve ancak bu şekilde içeri gireceksin. Yoksa yemek öncesi yat-kalk, ördek yürüyüşü askere yemek öncesi verilen aperatif oluyordu.

O kadar eziyetten sonra içeri girmiştik ve ben masamdan soğuk su almak için kalkmıştım. Yemekhane girişinde soğutucular vardı, bir süre sonra kendiliğinden suyu kesen bir sisteme sahipti bu musluklar. Ben sürahiyi doldurup arkamı dönmüş gidiyordum. Nasılsa su kendiliğinden kesiliyor diye kontrol etmek gelmedi aklıma. Tam yerime oturacak iken, Allahım yok böyle bir tokat, enseme ansızın öyle bir tokat yedim ki sürahi elimden düştü. Sonra da, çok afedersiniz a.cık ağızlı, p.ç, şerefsiz gibisinden bir dolu hakaret.

Ben daha ne oldugunu anlamış değilken uzman çavuşun melun suratını gördüm. Zaten psikopat olan bu uzman çavusun size dayak atması için bir bahane gerekmiyordu. Size gıcık olsun yeter; mutlaka bulurdu bir fırsatını ve gelir döverdi sizi. Gün boyu Antalya'nın yakıcı sıcaklığında aldığın o eğitimin yorgunluğu mu, yoksa yemek öncesi çektiğin onca ızdırap mı ya da yemekhanede bir tane musluk açık kaldı ve biraz su aktı diye yediğin tokat mı, var sen karar ver hangi birini vatanseverliğinden ötürü kendine ödül biçmek istediğine.

Ama biz vatan borcudur, namus borcudur deyip sineye attık hep. Sırf anne babalarımız olur da ses tonumuzdan ne kadar kötü durumda oldugumuzu anlarlar diye evlerimizi aramadık. Kimselere durumumuzdan bahsetmedik.

Şahsen ben istemeseydim askerlik yapmazdım. Her şey vatandaşlık durumumdaki bir değişikliğe bakardı; ama yapmadım. Geldim, aslanlar gibi askerliğimi yaptım. Bu arada Kürt olduğumu hatırlatmak isterim; ama kimse ırkınıza göre muamele etmiyor orada. Kürt'ü de eziliyor Türk'ü de, Arap'ı da...

Öyle ya da böyle acemi birliğimizden ayrılma vakti geldi çattı. Bizdeki sevinci görmeliydiniz; başka hiçbir şey bizi bu kadar sevindirmeye yetmezdi inanın. Ama maalesef usta birliğimin çok daha kötü bir yer olacağını hesap edemedim ve gelin görün ki asıl çile orada başladı.

1 haftalık izinden sonra Edirne/Uzunköprü'deki tabura teslim oldum. Hakaret daha nizamiyeden adımımızı içeri attığımız andan itibaren başlamıştı. Henüz çantalarımızı elimizden yere bırakmıştık ki birkaç tane üst devre üzerimizde sivil elbiselerimiz olmasına rağmen bizi taburun arka taraflarında bir yere götürüp ot yoldurdu, izmarit toplattı ve bir tane Allah kulu gelip de "yahu aç mısınız, tok musunuz" diye sormadı.

Gecenin ikisinde üçünde uykudan kaldırmalar, koğuş yıkatmalar; o karanlıkta her türlü haşerenin olduğu otluk bölgelerde ot yoldurmalar, birbirinizi dahi zor gördüğünüz o karanlıkta izmarit toplatmalar ve daha neler neler... Düşünüyorum da gerçekten çelik gibi sinirlere sahipmişiz biz çilekeş ülkemin gariban insanları. Bize izmarit toplatan onbaşının içtiği sigarayı kasıtlı olarak yere atması ve o izmariti yerden alıp almadığımızı kontrol etmesi aklıma geldikçe fena oluyorum.

Bir sabah çalıştığım için kahvaltıya inememiştim. 2 aydır çarşı iznine çıkıp para çekemediğim için kantinden de yiyecek bir şeyler alamıyordum. Belki bir şeyler verirler düşüncesiyle bölük mutfağına gittim. Bölük aşçısı haklı olarak böyle bir şey yapamayacağını; ama eğer istersem biraz daha bekleyip pişmek üzere olan börekten biraz alabileceğimi söyledi. Aşçıdan aldığım bir dilim böreği keyfini çıkararak yemek üzereydim ki bölük astsubayının bana doğru geldiğini gördüm. Hızla koca bir parça ısırıp kalanını da haftalardır yıkanmamış olan kamuflajımın cebine koydum. Isırdığım börek parçasını yutmaya henüz fırsat olmamıştı ki gelir gelmez o pis elleriyle gırtlagımı sıkmaya başladı, o parçayı yutmama engel oldu. Bu şekilde börek yemek borumda ve onunda elleri de gırtlağımda o şekilde şekilde 15 saniye kadar kaldı. Bu sırada beni azarlıyor. Gözlerimden yaş aktı ve artık dayanamayacağımı anladığım bir anda ellerini can havliyle tutup kırmak istercesine çektim gırtlağımdan. sonra öksürerek böreği boğazımdan çıkardım. Anlayacağınız eğer müdahalede bulunmasaydım o astsubayın ellerinden boğazımda bir parça börekle ölebilirdim. Sana hakkımı helal etmiyorum Ç. Başçavuş; öteki dünyada iki elim yakandadır.

Derken seçmeler oldu ve ben sınırda bir karakola gönderildim. Karakol astsubayı tarafından fark edilmiş olmalıyım ki gittiğimin 4. gününde karakol santral odasına telsiz-telefon operatörü olarak getirildim. Sınır bölgesi olmamız dolayısıyla sık sık denetlemeye tabi tutulurduk. Bu da demek oluyordu ki 1 ve 3 ay arasında sıkı bir amelelik dönemi... Amelelik dediysem siz bunu mecazi anlamda kullanılmış bir sözcük olarak algılamayın. Sivil hayatımda eline kazma kürek almamış olan ben, terhis oluncaya dek her türlü inşaat araç ve gerecini kullanmak zorunda bırakıldım. Boyacılık mı dersiniz, alçı ve beton işi mi dersiniz, aklınıza gelebilecek her türlü işi yaptım. Hatta bir keresinde yemekhane yapımı inşaatında (saydım) tam 73 el arabası harç taşıdım. Hiç unutmam bunu; çünkü karakol komutanına göre ben sürekli santralde yatarak kıç büyütmekten başka hiçbir iş yapmıyormuşum.

Her ne kadar o herife o zaman cevap veremesem de içimden defalarca "ulan sabahlara kadar sen mi santralde duruyorsun, o defterleri imzalatmak için sen mi sürekli peşimden koşuyorsun, sen mi veriyorsun askerin silahını-mühimmatını, santralci olarak sen mi sırtlıyorsun tüm karakolun sorumluluğunu, sen mi yazıyosun devriye ve nöbetleri" diye geçirirdim. Evet, doğru okudunuz; kendisi aşırı üşengeç oldugundan devriye ve nöbetleri ben yazmak zorunda kalırdım. Üstüne üstlük 5 saatlik uykudan sonra bir de 8 saat (4 saat devriye, 4 saat nizamiye nöbeti) nöbet tutardım.

Ahhh arkadaşlar ahh! Keşke Güneydoğu'da yapmış olsaydım o 15 ay askerliğimi. En azından anlatacak anılarım olurdu. En azından "ben hakkıyla adam gibi askerlik yaptım" diyebilirdim, en azından "bu vatana hizmet ettim" diyebilirdim. Ama maalesef bunların hiçbirini diyemiyorum, göz göre göre hamallık yaptım ben. Bu devletin sırtına kene gibi yapışmış olan asalaklara kölelik yaptım resmen.

Umuyorum ki bizlerin bu yaşadıklarını başkaları yaşamaz inşallah.

İsimsiz, bize ulaşan eski asker

Zİyaretçİ Sayısı