1996 yılında Şanlıurfa Suruç 3. Hudut Taburu'ndaki ilk günlerimde şöyle bir olaya tanık oldum. Bir teğmen, atış talimleri sırasında yere düşen kovanları tutmakla görevli üst tertip bir askeri kovanı şapkasıyla yakalayamadığı gerekçesiyle dövmeye başladı. Döverken, "beş vakit namaz kılmayı biliyorsun, kovanı tutmaya gelince beceremiyorsun " diye tekme ve yumruklarını savuruyordu.
Atış talimatından sonra kıdemli binbaşı dağıtım için sivildeki mesleklerimizi sordu. Ben merkez taburda kalmamak, askerlerin kabusu olan karakollara dağıtılmak için elimden geleni yapmaya karar vermiştim; ama binbaşı İngilizce bildiğim için beni kendi bölümüne yazıcı olarak aldı ve "bana nöbetçi olduğum günlerde İngilizce öğreteceksin" dedi.
Birkaç hafta sonra kendisine sınav yapmamı istedi. Defterine yazdığı notlara bakıp, 6. sınıf talebesinin rahatlıkla cevaplayabileceği bir test hazırladım. Bu arada akıllıca hareket ettiğimi düşünüyordum. "Tamam, sen çık diyerek" düşünceli gözlerle teste bakmaya başladı. 10 dakika sonra geldiğimde defterinden soruların cevabını ararken gördüm ve belki de eğitimli birinin cesaretiyle "komutanım olmaz ki" deyiverdim.
Yarım saat kendisinin ne kadar başarılı bir talebe olduğunu yüzüme haykırırken gösterdiği tavır ve aşağılama hiç bir askere yapılmaması gereken türdeydi. Ertesi gün Dikmetaş köyü 9. Hudut Bölüğü'ne gönderdi. Oraya da talimat göndermiş Saroz Karakolu'na gönderin diye.
Ancak bölük komutanı bu binbaşıdan nefret ettiği için beni karakolda tuttu. Karakola gider gitmez üzerimdeki yeni asker kıyafetlerini çıkarmamı ve depodan eski kıyafet seçmemi istediler.
Kıyafetler yalnızca denetleme olduğunda giyilecekmiş. Yatakhanedeki soba kimsenin bilmediği bir sebeple ceza almış, yakılması yasak. Kantinde yalnızca çay var. Pusu noktasına ve kuleye yalnızca çay götürülebiliyor. Karakolda çıkan nesneyi (yemek diyemiyorum) köpeklere verseniz yemez; çünkü gelen erzak nereye gidiyor kimsenin bilgisi yok. Her sabah aşçıya tam on yumurta kırdıran astsubayın en büyük keyfi asker dövmek. Mevsim kış ve hamamdaki kazan arızalı kaç ay banyo yapmadığımızı bilmiyorum.
Sorsanız zaten en son ne zaman banyo yaptığını hatırlayan olmaz. Yaz geldiğinde kuyu kuruduğu için su da tarihi bir traktörle başka bir bölükten geliyor. Ancak gelen su kovalarla yüzbaşının lojmanının üstündeki depoya dolduruluyor. Asker banyo yapamadığı için ve yazın Urfa'ya has kuru sıcak yüzünden tavuk hastalığı denilen rahatsızlığa yakalanıyor. Doktora gitme şansınız yok; çünkü giderseniz sizin yerinize nöbet tutacak asker yok.
Belki kimse inanmayacak ama geceleri iki buçuk saat uyuyabildiğiniz; ancak üç günde bir 8 saat uyuyabileceğiniz bir nöbet sistemi var. Çünkü asker yok! Pazartesi 8 saat nöbet, salı 12 saat, çarşamba 16 saat (buna nöbet ağacı denilirdi), perşembe tekrar 8 saat ve bu düzende devam eder. Başka birlikler 2 saat nöbetten şikayet ederken siz o gün 8 saat nöbet tutuyorsanız kendinizi tatilde gibi hissederdiniz.
Kıyafetiniz delik deşik. Botunuz acınacak halde. Şanslıysanız tezkereye giden askerden bir şeyler kalır; yoksa haliniz perişan. Acıkınca ekmekle yemek için izne gidenlere salça sipariş ederdik. Çarşı izni falan yok; çünkü nöbet tutmak için yeterince asker yok. O astsubay ve bölük komutanı yüzbaşının saltanatı, Allah kendisinden bin defa razı olsun, aslan parçası gerçek asker o dönemde Yüzbaşı olan Koray Batu ile sona erdi.
Koray Batu göreve gelir gelmez askere bütün şikayet ve isteklerini yazmak için süre verdi. Önceleri tahmin edebileceğiniz gibi korktuk; ancak acemi birliğinden Koray Batu'yu tanıyan bir asker bu komutanın adaletinden ve askere olan saygısından bahsedince hepimiz sarıldık kaleme. Düşünün ki ayağa kalkmak isteyen askere "yemek yerken ayağa kalkmanıza gerek yok, lütfen yemeğinizi yiyin" derdi.
Kötüyü yere vururken iyiyi takdir etmemek olmaz.
İsimsiz, bize ulaşan eski asker