Bu sitenin çıkış noktası umut. Bu ülkeye barış gelecekse herkesin ama herkesin emek vermesi gerektiğine inanıyoruz. Farklı seslere kulak vermenin, paylaşmanın ve konuşmanın vicdanları dirilteceğini umuyoruz. Yaşadıklarımızı paylaştıkça beylik ezberler yerini gerçek insanların yaşadığı gerçek sorunların tartışılmasına bırakacak.

Asker olarak doğulmuyor, bizlere nasıl asker olunduğunu anlatmanızı bekliyoruz.


*Facebook'ta "Askerler Anlatıyor" sayfasına üye olabilirsiniz: Tıklayın

Tecritte Akıl Sağlığımızı Yitirdik

Askerliğimi 2009 senesinde Hakkari Çukurca’da topçu olarak yaptım. Acemi birliğim Tokat 48. Piyade Eğitim Alayı’ndaydı. Hepatit B taşıyıcısı olduğum için A2-F4 (ağır işe uygun değildir) belgem vardı. Başıma gelenleri anlatmaya acemilikten başlayacağım.

Şubat ayı idi. Tokat aşırı derecede soğuktu, sürekli yağmur yağıyordu. Sabah 5’te kalkıyorduk, soğuk altında eğitim yapıyorduk. Eğitim esnasında ısındığımız için aslında eğitimden pek bir şikayetimiz yoktu. Zaten çoğumuz devre kaybı olduğumuz için çok sert bir eğitim vermiyorlardı bize. Ama akşamüstü saat 5’te eğitim bittikten sonra kabus başlıyordu.

Hava o kadar soğuktu ki kemiklerimin titrediğini hatırlıyorum. O soğukta bizi yatakhanelere almıyorlardı; çünkü yatakhanelerimizin üst katında rütbeliler kalıyordu ve onlar gürültüden rahatsız olur diye yat saatine kadar içeri girmemiz yasaktı. Usta askerler er gazinosunda takılıyorlardı ve onlar da rahatları bozulmasın diye bizi içeri almıyorlardı. Yemekhanelere de kirlenmesin diye alınmıyorduk. Yani etrafta o kadar kapalı alan varken bizi o soğukta hiç bir yere almıyorlardı.

Soğuktan herkes hasta olmuş, revirin önüne dizilmişti; ama revirden de “bir şeyiniz yok” deyip gönderiyorlardı. Yavaş yavaş ciddi hastalıklar başgöstermeye başlamıştı. Yolda yürüyen askerler aniden bayılıyorlar ve tokatlanıp zorla ayağa kaldırılıyorlardı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi o soğuk altında sokak hayvanları gibi beklemeye devam ediyorlardı. Bir süre sonra artık bayılanlar ayılamamaya başlamıştı. Ayıltamadıkları zaman çevre hastanelerden ambulans çağırıyorladı.

Daha ikinci haftada kışlaya günde yedi-sekiz ambulans gelmeye başlamıştı.Hastaneden bir asker taburcu oluyor, diğeri gidiyordu. Hastanede gözünü açar açmaz taburcu edilen askerler sanki hiçbir şey olmamış gibi gene o soğukta beklemeye devam ediyorlardı.

Ben aşırı derecede hasta olmuştum. Dudaklarım soğuk ısırmasından parçalanmıştı ve sürekli öksürüyordum. Bayılmamak için kendimi yere atıyordum. Açlık, soğuk ve hastalık sonucunda suratım sararmıştı. Taşıyıcı olduğum hepatit B virüsünün aktif hale gelmesinden korkmaya başlamıştım. Ama buna rağmen revirden sadece bir gün istirahat alabilmiştim. O kadar kötü durumdaydım ki 3 gün yatakhaneden çıkmadım; halimi gören tabur subayı da bir şey dememişti, “dinlen sen demişti” sağolsun. Fakat yemek saatlerini kaçırıyordum, çünkü yemekhaneye gidecek gücüm yoktu. Yemekhaneden dışarı yemek çıkarmak da yasaktı.

Zaten yemekler anlatılamayacak kadar iğrenç ve yetersizdi. Yemekler az olduğu için büyük kısmı usta askerler tarafından alınıyordu, bize daha da az kalıyordu. Yemekhane çıkışında doymadığımız için kantine koşuyorduk ama kantinci kalabalığız diye çalışmak istemiyordu. Biz gelir gelmez kantini kapatıyor, sadece rütbeli ve usta askerlere satış yapıyordu. Açlıktan bulduğumuz her şeyi yiyorduk.

Bazı arkadaşlar kantinci kalabalıktan bunalıp kantini kapamadan evvel koşup bisküvi almayı başarıyorlar, bize getiriyorlardı. Ama yetmiyordu. 3 gün aç ve hasta yattım.

Tabii bu arada iki kişilik ranzaları birleştirip 3, bazen de 5 kişi yattığımızı söylemeliyim. Usta askerlerden yer kalmadığı için bize dolap da tahsis etmemişlerdi. O kadar insan botları ve çamaşırlarıyla beraber yerde uyuyordu. “Koğuş kalk” vakti geldiğinde havasızlıktan zehirlendiğimiz için öncelikle hiçbir şey yapmadan kendimizi dışarı atıp nefes alıyorduk.
Acemilik bitti ve Hatay’a ustalığa gittim. Orada Hakkari Çukurca’ya gönderileceğimi öğrendim. Hatay’da geçici olduğumuz için komutanlar bizi sürekli çalıştırıyorlardı. Özellikle yük taşıma ve tarla gibi ağır işlerde çalışıyorduk. Ben elimdeki A2-F4 (ağır işe uygun değildir) belgemi göstermiştim; ama kimsenin umurunda olmadı. Tarlada çalışırken (belki de sağlıksız koşullardan dolayı artan hepatit B yüzündendir, bilemem) çabuk yoruluyordum. Tokat’tan kalma hastalıklar da daha geçmemişti. Bayılmamak için tarlada kendimi yere atıyordum; göze batmadan biraz dinlendikten sonra herhangi bir komutandan azar işitmeden kalkıp çalışmaya devam ediyordum.

Ardından Hakkari/Çukurca Üzümlü Karakolu’na gönderildim. Malzemeler oraya çok yakındaki bir tugaydan gönderiliyordu; fakat rütbeliler gelen malzemelerle mangal partileri yapmış ve malzemeler kısa bir sürede nerdeyse bitmişti. Malzemeler 3 ayda bir gönderildiğinden komutanlar tugaydan ekstra malzeme istediklerinde tutanak yiyeceklerdi. O yüzden yüzbaşı her gün aşçının yanına gidip malzemeyi az kullanması için uyarıyor, tehdit ediyordu.

3 ay boyunca sadece arpa şehriyesi ve bulaşık çorbası dediğimiz su ile biraz yağ karışımı olan çorbadan içtik. 3 ay sonra yeni malzemeler geldiğinde aylardır ilk defa et gördüm. Ama kişi başına sadece bir bazense iki köfte düşüyordu. Rütbelilere ise çoğunlukla özel yemek pişiriliyordu, usta askerler gece yemekhanede gizli gizli yemek yiyorlardı. Veyahut karavanalardan yemek çalıp saklıyorlardı, gece biz yokken yiyorlardı. Durumumuz ilk 3 aydan daha iyiydi; ama bu ikinci 3 aylık dilimde de kısmi bir şekilde açlık çektik.

Sonraki 3 aylık sevkiyatta artık durum düzelmiş, açlık sorunu bitmişti; ama acemilik dahil askerliğimin 7 ayı açlık ve hastalıkla mücadele ederek geçmişti. Açlıktan dolayı sürekli düşük tansiyon ile çalışmaya ve yaşamaya alışmıştım. Yeterli yemek olmadığından dolayı enerji sağlamak için sürekli şekerli çay içiyordum. Kantinde malzeme olduğunda (ki o sıralar pek olmuyordu) bisküvi falan alıp açlığımı dindirmeye çalışıyor, ne bulursam yiyordum. Hatta üzgünüm ama açlıktan dolayı bir keresinde jandarmadan kahvaltılık reçel çalmıştım. Bir de İstanbul’dan postayla zar zor kek getirtmiştim, bitmesin diye her gün gizli gizli bir dilim yiyordum. Keki dolabımda arkadaşlarımdan saklıyordum.

7. ayımda açlık sorunu bitmişti ama bu sefer susuzluk, elektrik kesintileri, telefonlar-televizyonlar bozulduğu ve tamir edilmediği için dünyadan tecrit günleri ve diğer çeşitli yoksunluklar başlamıştı. Terör bölgesinde olduğumuz için çarşı yasaktı, çıkamıyorduk. Askerlik hayatımda sadece bir kere çarşıya çıktım. Karakolun dışında keskin nişancı tehlikesi olduğu için aylarca karakolun bahçesine bile çıkmamız yasaklandı. Bir ay ne TV çalıştı ne telefonlar, ne de dışarı çıkabildik. Pekçok kişi tecritten dolayı akıl sağlığını yitirdi. Buna komutanlar da dahil. Pek çoğunun ailevi problemleri vardı ve bunun hıncını bizden çıkarıyorlardı. Susuzluk baş göstermişti, ayda bir yıkanma şansı bulabiliyorduk. Üstüne komutanlardan sürekli hakaret, tehditler ve cezalar alıyorduk.

Düşen havanlar; tacizler; can korkusu; patlamalar; top atışları ve top atışlarının sağır edici, insanın iç organlarını sallayan gürültüsü ve bu yüzden psikolojisi bozulanlar ayrı birer yazı konusu. Artık bitireyim: Şu an Vietnam Sendromu teşhisiyle tedavi görüyorum. Akıl sağlığım gerçekten kötü durumda. 6 aydır sivildeyim. İlk 2 ay ufak sesleri top sesi zannederek korktum, kabuslar gördüm. Daha ileri dönemlerde panik atak krizleri, bir takım işlev bozuklukları gibi pek çok sorun yaşadım. Şu an hala tedaviye devam ediyorum; ama vücudumun dengeleri bozulmuş durumda. Her an bir yerime bir şey olabilir; ama yılmadan doktorlarımın dediklerini harfiyen yapıyor, iyileşmeye çalışıyorum. Bakalım daha neler olacak...

İsimsiz, bize ulaşan eski asker

Zİyaretçİ Sayısı