Askerliğimi tecil süresini sonuna kadar kullanarak, artık kaçacak yol bulamadıktan sonra yapmaya karar verdim. 2007 yılı, Sivas'ta 309. kısa dönem olarak alındığım jandarma alayındaki 26 günlük acemilikten sonra gerçek askerliğin ne olduğunu anlamaya başladım. Doğrusu gitmeden önce edindiğim bilgi ve yapan arkadaşlarımın anlatımları aslında ne olacağı yönünde fikir veriyordu bana; ama bu kadarını beklemiyordum tabi.
Çoğu genç gibi ben de üniversite eğitimi sırasında bir takım protestolara, kavgalara karışmıştım: İki nurtopu gibi gözaltım ve devam eden bir davam vardı.
Usta birliğinde merkez karakollarından birinin hizmetine verildim. Önceleri her şey yolunda gibiydi, hatta istihbarat bölüm astsubaylarından biri beni yazıcı diye aldı yanına. Neredeyse üstüme titriyordu. Diğer astsubaylar da "turnayı gözünden vurdun" diye şakalaşıp, benim yazıcılığımı övüyorlardı. Köylerden gelen yalaka muhtarların nevaleleri elden ele dolaşıyordu. Her şey iyi gibiydi. Askeriye ile ilgili önyargılarım olduğu kanaatine varıp "vay be" diyordum kendi kendime.
Ta ki Kurban Bayramı tatilinin sonuna kadar. Astsubayım bir öğle saati, hiç nedeni yokken hınçla içeri girdi ve hiç açıklama yapmadan çarçabuk odayı boşaltmamı ve karakol dışına çıkmamı söyledi: "Burada işin bitti, sana yeni görev verecekler." Ancak ses tonundaki hınç, bakışlarındaki düşmanlık bana, benim dosyamın intikal ettiğini söylüyordu. Çaycı Hasan'ın o muhteşem çayından bir bardak alıp kendimi dışarı, kamelyaya attım. Son yudumda şunu fısıldadım kendime: "Oğlum, askerliğe hoşgeldin!"
Aslında bunun diğer anlamı, cehenneme hoşgeldin idi ve tam olarak da öyle olacaktı. Bir haber bu kadar mı erken yayılır ve herkes bir günde nasıl sana düşman kesilir?
Elbette başlangıçta saçmasapan her bir işe beni göndermeleri, o düşman bakışları, insanı çileden çıkarıp terörize eden her tür hareketi anlayıp sineye çekiyordum. Ancak Güneydoğu'da görev yaptığını söyleyen uzmanlıktan astsubaylığa geçmiş X komutan vardı ki, bana yönelik fikir ve düşmanlığını hiç gizleme gereği duymuyor; içtimada, eğitimde, bakışları ve davranışlarıyla bunu gösterip duruyordu. Eğitim sırasında tüm çocukların içinde ismimi alenen zikredip Kürtler'e ve bölge halkına alenen hakaret ediyor; bununla da yetinmeyip "sence niye öyle" diye soru soruyordu. Benimle konuşurken silahını elleyip bakışlarını bana dikiyordu. Ya firar etmeliydim ya da bu adama direnmeliydim. Ama nasıl? Askerlik direnme yeri miydi? Korkunç ve kapkaranlık bir yalnızlık içinde dört ay durmalıydım.
Aileme durumu anlattım, fakat telaşlanmamalarını, idare edebileceğimi söyledim. Elbette bu haber onları altüst etti. Annem sinir krizine girdi, babam ve abilerim için artık dua etmekten ve benimle birlikte gün saymaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Donumda sakladığım cep telefonundan her tuvalete gidişimde hayatta olduğuma dair bir mesaj atıyordum. Mesajım bir taslaktı ve baba ben iyiyim'den ibaretti.
Silahım elimden alınmamıştı; fakat mermi yasaktı bana. Gerçek anlamda savunmasız kalmıştım; çünkü biliyordum ki birgün, herhangi bir mermi beni "eğitim zaiyatı" yapabilirdi ve tabutum albayrak içinde aileme teslim edilebilirdi. Ölmek bir şey değildi, ama bu kadar basit ve saçma ölmek asıl ölüm oluyordu. Kendimi kollamayı öğrendim, her an tetikteydim, mermim yoktu ama tetikte olmanın illa elde bir tetik olması anlamına gelmediğini orada öğrendim...
Her şeye, herkese karşı paranoyaklık derecesinde şüpheli oldum. Tenha yerlerden uzak durdum, gereksiz hiçbir şey yapmadım. Özellikte X komutana sırtımı hiç dönmedim. Bir süre sonra bir mermi edindim, ama bunu bir gün kullansaydım mutlaka kendime sıkacaktım. Yoksa bir insana, bir cana kıyıp (bu her kim olursa olsun) sonrasında yaşayamayacağımı, aslında her gün öleceğimi biliyordum. Merminin birgün resmen bana "beni x komutana sık" dediğini duyar gibi oldum, sonra onu WC'ye attım ve ondan da kurtuldum.
Başta çok iyi arkadaşlık kurduğum çoğu asker artık benden selamı bile kesmişlerdi, hatta yer yer sataşıp duruyorlardı. Eskisi gibi olmazsa da zamanla "çavuş, aslında sen iyi çocuksun be, koyduğum askerlik işte, biter be" gibi teselli edici cümleler bile söylüyorlardı. Hakkını yemeyeyim, H. komutanın, bazen kimsenin olmadığı bir yerde hatırımı sorardı: "Lan çavuş, takma be! S.tiğimin askerliği bitecek işte. Canımı sıkma..." H. komutanın tesellisi de olmazsa belki de çok daha zor olacaktı her şey. Benim için gerçek bir dosttu, çok içten biriydi ama onunla samimi olup, onu da riske edemezdim. Etmedim de...
Günlerin yıllara dönüştüğü o cehennnem sonunda gelip bitti. Tam da benim biteceğim noktada bitmişti. Ayrılmadan bana tonlarca evrak imzalattılar. Birkaçını okumaya çalıştım üstünkörü: Burada edindiği bilgileri dışarıda kimseyle paylaşmayacağı, askeriyenin sırları vs. diye. Bildiğim şeyler de yazıcılığım sırasında, hangi köyden bilmem kaç tavuğun çalındığı, kimin kimin karısına mesaj attığı, çocukların sigara içebilmek için bakır tel çaldığı gibi şeylerdi.
Beni kendime getiren, şehir merkezinde külü çay bardağıma dökülen sigaranın parmak aralarımı yakan ateşiydi. Hatırladığım son şey, çocukların beni dış kapıda uğurlarken havaya fırlatmalarıydı. Yemin olsun hala bilmiyorum, ben o kışladan şehire hangi ara, hangi araçla gelmiştim. Belki de uçarak geldim, kimbilir... Tek bildiğim artık kurtulduğumdu ve önemli olan oydu. Donumdaki telefonu çıkarıp aileme artık kurtulduğumu söylediğimde, o anki sevinç çığlıkları hala kulağımda... İşte o gün benim için artık ikinci doğum günümdü.
Devletin herhangi bir ceza almamış, yüz kızartıcı hiçbir suçu olmayan, vergisini veren ve o devlete askerlik yapmaya çalışan vatandaşına reva gördüğü buydu.
Hakkımı hiç bir zaman helal etmiyorum. Şimdi üniversiteyi bitiren ve benimle benzer bir süreç yaşayan küçük kardeşimi askerliğe göndermemek için her yolu deniyorum. Çünkü biliyorum ki giderse o da aynı şeyleri yaşayacak, belki de benim kadar "şanslı" olmayacak. O askerliği bitirene kadar ben her gün onunla o cehennemi yaşayacağım.
Bana göre değil, bir kere yaşadım ve ikincisini asla kaldıramam. Barışın artık bir umut olmaktan çıkması dileğiyle...
Furkan A, bize ulaşan eski asker