Askerliğimi kısa dönem olarak 2009 yılında İzmir'de yaptım.
Acemi birliğinde yemin töreni için hazırlanırken güneşin kavurucu sıcağı altında, bir aşağı bir yukarı tören yürüyüşü çalışıyorduk. Banyo belirli saatlerde ve günlerde açık olduğundan vıcık vıcık ter nedeniyle leş gibi kokmamak için eğitim bittiğinde lavabolara bağladığımız hortumlarla yıkanıyorduk. Zaten duş akşam saatlerinde ve adam başı 3 dakikalığına açılıyordu. Sıcak su ilk 30 kişiye ancak yetiyordu, gerisi buz gibi suyla yıkanmak zorundaydı.
Binada giriş katında bulunan tuvalet her zaman kapalı tutulurdu, denetim olduğunda orası tertemiz halde gösterilecekti çünkü. Askerler diğer WC'lere yönlendirilir, tabii bu da sabah ve akşam saatlerinde yoğunluğa neden olurdu. Koca bölükte bir lavabonun başında aynı anda üç er traş olmak zorundaydı. İsyan etmemize rağmen giriş kattaki WC kullanıma açılmadı.
Aynı şey tuvaletler için de geçerliydi. Zaten illa ki bir tuvalet arızalı ya da tıkanmış olduğundan orası daha kötüydü. WC bölümü yapılırken ters eğim verilmişti, yani yerdeki sular tuvalete doğru değil de WC kapılarının önüne doğru geliyor ve orada oluşmuş hafif bir göçükte birikiyordu. Bu göçük binanın içinde, yani yolda, toprak arazide değil!
Pisuvarların bazıları kırıktı ya da bozuktu. Orayı kullanan arkadaşların çişleri yere sızıyor, sıçrıyor, sonra o birikintide toplanıyordu. Ödenek olmadığından o kısım yaptırılamıyor, asker sidik içerisindeki birikintiye cıp cıp basıp üstüne başına sidik bulaştırıyordu. Oraya bastığı botlarla, terliklerle tüm binayı geziyor, yatakhaneye girip çıkıyor, kamuflajlarla araçlara biniyor, yemekhanede yemek yiyiyordu.
Usta birliği ise tam bir rezillikti. Devletin memuru komutanlarımız, neredeyse bedavaya oturdukları lojmanların kalorifer kazanının sorumluluğunu bir ere vermişti, kapıcıları ise o gün bahçedeki nizamiye çavuşuydu. Evlerinin karşısındaki bakkala gitmeye üşenir, ekmeklerini ve bebelerinin sütünü askere aldırırlardı. Su şirketlerinin su damacasını nizamiyeden içeri sokması yasak olduğundan karakolu beklemesi gereken çavuş, o su damacasını kapılarına kadar götürürdü.
Lojman bahçesindeki musluk hiç kullanılmaz, şahsi arabaları karakola ait olan musluktan yıkanırdı. Kış için gelen kömür torbalarından patlak olarak gelmiş olanlar varsa depoya konulmaz, içindeki kömür ile birlikte o halde çöpe atılırdı. Aman ha, bir denetim olursa patlak çuvallı kömürün depoda ne işi vardı? Bir çuval eksik olsundu, nasıl olsa vatandaş ödüyordu parasını.
Komutanlarımız kurbanlıklarından çıkan ete kıyma çekme parası vermemek için kasaba götürmek istemezlerdi. Tabii ki çözüm, eti karakola aitmiş gibi gösterip esnaf "askerden de para mı alınır, helal olsun size" dediğinden eti bir er ile kasaba göndermekti.
Bir uzman komutan, çevredeki vatandaşların erler yesin diye karakola verdiği kurbanın ciğerini görüp aşçıya "uf sen onu kes bana ver de hanıma götüreyim, ciğer yapsın bana!" demişti. Aşçı er de mecburen ciğeri poşete koyup komutana vermişti.
Lojmanını değiştiren yüksek rütbeli bir subay ev eşyalarının bazılarını askeri araçlarla taşıdı. Bozulan dolap kapağını yaptırmak için lojman-marangoz arası kilometrelerce yolu 4-5 defa kat ettik ve dolap yerine oturana kadar bu eziyet devam etti. Bu işlem için bir er şoförlük, bir er korumalık ve amelelik, bir uzman çavuş hizmetçilik yaptı ve bir transit devriye aracı ile bir marangoz seferber oldu. Marangoz kapak üzerinde sayısız saatler boyunca çalıştığı halde ücret alamadı. Askere hizmet vatana hizmetti çünkü. Rütbeli subayın işi halledilmeliydi, kızmasındı.
İsimsiz, bize ulaşan eski asker