Ocak 2010 benim askerliğimin ikinci ayına denk gelir. O günlerde askerliğin birinci bölümü olan 'acemi askerlik' bitmiş ve artık 'usta' bir asker olduğumuz her an sert bir tokat gibi yüzümüze vurulmaktadır. Askerde acemilik dediğim şey ise, güneş altında ya da yağmurda/karda sabahtan akşama kadar ayakta dikilmek, ad-soyad-memleket ''kutsal üçlemesiyle'' ses boruların çatlayana kadar tekmil getirmek, ''vatan sana canım feda'' çığlıkları atarak koşmak, koşarken hizayı bozmamak, hizayı bozmazken 'Türklüğü' düşünmek ve 'Türklük' için yerlerde kolların kanayana kadar sürünmektir. Haa, bir de askerin eğitim dışı vakit geçirdiği ve sosyalleşebildiği tek alan olan asker gazinosunda, iki günde bir 'Nefes' ve benzeri filmleri izleyerek milliyetçi bir histeriyle gözlerin dolarak Vatan denen pazıları şişkin askeri varlığa ajitatif şekilde bağlı olmaktır.
Küçük bir ilçenin asla dağlık olmayan merkezinde yaptığım acemi askerlik boyunca, soyut bir düşmana karşı, o düşmanı ''arzu nesnesi''ne dönüştüren rütbelilerin, telaşlı ve buyurgan emirlerine maruz kalan bir bünyenin gördüğü hasarı az çok tahmin edebilirsiniz, anlatmanın lüzumu yok. Koşmak, sürünmek, itaat etmek, ayakta su içmemek, ıslak elle prize dokunmamak, yerler buzluyken koşmamak, koştuğun takdirde düşmemek, ayakkabı bağcığını yanlış bağlamışsan en az 20 şınav çekmek, komutan çektiğin şınav sayısını sorduğunda kaçta olursan ol her zaman ''sıfır'' demek, üç öğün yemek öncesi 'tanrımıza hamdolsun, milletimiz varolsun' diye bağırarak yemek duasına ortak olmak ve akla gelmeyecek yüzlerce gerçeküstü ama oldukça gerçek bir dilin içinde hapsolmak...
Askerlik, kelimenin gerçek anlamıyla militarizmin kaba ve buyurgan hapishanesine kapatılmaktır.
Gardiyanların ise, şişkin egolarıyla itaat denen galaksiden fırlatılmış, omuzlarında yıldızlar taşıyan robot-insanlardır. Kapatıldığın bu hapishanede militarizm; megafonların ve uyarı düdüklerinin şartlandırıcı dünyasında, Kubrickvari bir askerî evrende Pavlov'un köpekleri misali, tel örgülerin ötesindeki o küçük ama çok değerli olduğunu anladığın 'Gerçek Hayat'ın özgürlüklerine asla ulaşamayacağının hüznüyle bedeninin ve zihninin günün her anı iğdiş edilmesidir. Askerliğin lisanı, kendini askerliğin yüksek değerleri için feda etmeyi gerektirirken, Askerîce olan bu lisanı konuşan her askerin bilmesi gereken ilk şey, yüksek sesle bağırarak ''emredersinizzzz'' ve ''saoooll'' kelimelerinin ötesinde bir dil kullanmamaktır. Koşmak, koşarken '' her Türkün asker doğduğunu'' onaylamak, bu onayla birlikte sürünmek ve askerliğin bir harp ''sanatı'' olduğunu iyi kavramak her 'Türk' askerinin milli görevidir. Tırnak içerisindeki sanat kelimesi ise bildiğimiz sanat değildir; buradaki sanat oldukça milli ve yüksek bir sanatı tarif etmektedir. O günlerde zorunlu bir şekilde askere alınmış ve anti-militarist bir birey olarak ( ya da kendimi öyle zannederek), bu askerî evrende anti kelimesinin pek de işlevsel bir şey olmadığı sonucuna varmıştım. Çünkü askerde ''bölücü ve irticai'' faaliyetler dışında hiçbir şeye ''anti'' olmak kabul edilemezdi ve askerdeki en politik şey, Atatürk'ün büstü ve fotoğraflarıydı.
İşte 2010'un Ocak ayında, tam da elim kolum yara bere içinde, zihnim allak bullak olmuşken; Altyazı'nın [Aylık Sinema Dergisi] 91.sayısı bayilerdeydi ve bu sayıyı küçük karakolumuzun sırası hiç bitmeyen ankesörlü telefonundan dergiden bir arkadaşımı arayarak isteme gafletine düşmüştüm. Bir şeyler okumalıyım, evet burada olmayı unutturan bir şeyler okumalıyım fikriyle elimdeki kitap ve dergileri tüketmiş, ulaşabildiğim arkadaşlardan okuyacak bir şeyler göndermelerini istiyordum.
Askerde, dışarıdan gelen ve ''sivil'' olan her şey çok değerlidir. Kitap, dergi, mektup, yemek ve tabii en önemlisi hâkî renkte olmayan her şey. Dergimin bulunduğum küçük karakol binasına gönderileceğini hayal etmek bile garip bir mutluluk yaşatıyordu bana, sanki uzun yıllar kör olmuştum ve gözlerim ansızın açılacak ve yeniden görmeye başlayacaktım hissi içerisinde günlerce bekledim dergimin gelmesini. Şehirden epey uzak olan karakolun küçük nöbetçi kulübesinde bir gece vakti Altyazı'yı okuyacak olmanın sevincini hissettim o an. Askerde böyle ''küçük'' özgürlük anları, insanı oradaki hayata bağlayan en önemli şeydi galiba.
Derginin gelmesini beklediğim o günlerde, bir askerin ''komutan seni çağırıyor'' demesi bende heyecan ve korku karışımı bir his yarattı ilkin. Komutanın beni çağırması pek olağan bir durum değildi. Neyse ki kaçacak bir yer yoktu ve kaçsam da en çok 300 metre kaçabilir, 300 metreden sonra atlayacağım duvarın arkasındaki lağım çukurunda, ömrümü askerlik kadar kötü bir ortamda geçirirdim. Aynada kendime baktım, askerî kıyafetlerime çekidüzen verip, içeri gireceğim an komutana vereceğim kafa selamının provasını yaptım ve endişeyle kapıdan içeri girdim. Girmemle heyecanımın korkuya dönüşmesinin bir olduğunu hatırlıyorum. Komutanın koca parmaklarının arasında (kendisi boksördü ve bunla her fırsatta övünmekten büyük mutluluk duyardı.) benim günlerdir beklediğim Altyazı duruyordu. Dışarıdan gelen şeylerin önce onun kontrolünden geçeceğini hesaba katmamıştım. Komutan sayfaları dikkatle karıştırıyordu. Komutanın tepesinde duran bir uzman çavuş, komutanın gözüne girme gayreti içerisinde, derginin en ince ayrıntılarını komutanın dikkatine sunuyor ve "arz ederim-emredersiniz" kelimeleriyle saygıda kusur etmiyordu. Bense askerî deyimle ''çömez'' bir asker olarak elimi nereye koyacağımı, nasıl duracağımı bilemeyerek ve bir de derginin içeriğinde ''başımı belaya sokacak bir şey olmasın'' duaları ederek, ayakta dikiliyordum. Komutanın ''gel buraya'' çağrısıyla, daldığım düşüncelerden çıktım ve "emredersiniz'' diyerek yanına yaklaştım çekingen bir vaziyette (emredersiniz deyişimin odada yankılanması ve içimdeki yüksek sesle konuşan canavarın varlığı beni ürkütüyordu her an. Askerde yüksek sesle konuşulurdu ve hatta bağırarak konuşmak en makbule geçen davranış biçimiydi. Komutanlara yüksek sesle selam verilir ve onlara her an ''erkekliğin'' bağırmakla bir olduğu hatırlatılırdı. Çünkü hiçbir komutan ''kibar'' olanı sevmezdi. Hatta nefret ederlerdi. Askerliğimde, 'emredersiniz'den sonra en sıklıkla duyduğum cümle 'Bağırrrr Ulannnn'dı bu yüzden).
Komutan, dışardan gelen her şeyin kontrol edilmesi gerektiğini, bunun rutin bir şey olduğunu yüzündeki kibar ifadesizlikle belirttikten sonra, dergiyi çevirerek işaretlediği sayfaları önünde ''iğrenç'' bir şey varmış gibi göstermeye başladı. Komutanın kocaman parmaklarının arasında (boksör olmasının yanı sıra iyi bir nişancıymış ve o parmaklarla çok ''insan'' avladığını bıkmadan tekrarlardı) duran dergimin sayfalarına bakarken, komutanın kibar ifadesinin tamamen değiştiğini fark ettim ve açıklamaya çalıştım bir şeyleri. 'Komutanım, Türkiye'nin önemli sinema dergilerinden biri olan Altyazı, Boğaziçi Ünive....' diyerek durumu toparlamaya çalışırken, komutan sert bir şekilde 'Kesss Lann' diye sözümü kesti ve eliyle işaret etti sayfayı. İşaret ettiği sayfanın üzerinde kocaman puntolarla, ''1. Diyarbakır Kürt Sineması Konferansı'nın Ardından'' yazmaktaydı. Komutanın bakışlarından anladığım tek şey, o cümledeki en son ilgilendiği kelimenin 'sinema' olduğuydu. Sayfayı çevirdi. Bir diğer başlığı okumam için emretti komutan. Başlığı kekeleyerek okumaya başladım. ''Kürt Sineması mı Kürtlerin yaptığı Sinema mı?'' Kafamda ne demem gerektiğini düşünürken ve artık sayfa çevirmemesini umarken, derginin sonlara doğru olan sayfalarını açtı. Parmağıyla işaret etti ve kaşlarıyla okumamı emretti. Kocaman boksör parmaklı komutanın kaşları bile heybetliydi ve ancak ömrünü askerliğe vermiş bir insanın böyle kaşları olabilirdi. Ruhun ve düşüncelerin şekillendirdiği bir bedendi karşımdaki ve kaşlar da esas duruştaydı sanki, kalkık ve her an hazır olda selam veriyorlardı gözlere. O kaşların altındaki sert bakışlar karşısındaki çaresizliğimi ise tarif etmek için askerde olmanız ve öyle bir komutanın karşısında dikilmeniz gerekir.
Ben o sıkışmışlık içerisinde ne diyeceğimi bilemezken ya da söyleyecek o kadar sözümü dinlemeyeceğini bildiğimden ve artık bu psikolojik işkencenin bitmesini dilerken, o yeniden sayfayı çevirmeye başladı. Bu sefer parmağının işaret ettiği sayfada Esmeray'ın yer aldığı 'Ben ve Nuri Bala' belgeseline dair bir söyleşi vardı ve son çevirdiği sayfada 'Kazım Öz-Şavaklar' söyleşisi yer alıyordu.
Altyazı'ya teşekkür ederdim böyle bir sayı hazırladıkları için normal şartlarda olsam ama o an aklımdan bu hiç geçmedi. Komutanın o biraz kibar ve ifadesiz bakışları gitmiş yerine 'devlet dairesi' gibi soğuk ve sert bakışlar gelmişti. Komutanın tepesinde dikilen uzman çavuşsa büyük bir günah işlemişim gibi yüzüme bakıyor ve komutanın artık bir şey söylemesini bekliyordu sanki. Kraldan daha kralcı olan bu genç askerin Kürtlere ve eşcinsellere olan tahammülsüzlüğünü bildiğim için, askerlik sürem boyunca elinden çok çekeceğimi ve her an bunu kullanacağını tahmin etmiyordum. (Ki olaydan iki ay sonra, o uzman çavuşla etnik kökenim nedeniyle yaşadığımız gerginlik sonucunda ben ilçe karakolundan merkeze sürüldüm, o ise bulunduğum şehrin kötülüğüyle nam salmış karakoluna sürüldü.)
Askerliğin İtaat Alfabesi: Koş, Sürün, Yat ve Dışarıdaki Hayatı Unut
Komutan, dergiyi kapattı ve elini alttaki çekmeye uzatarak bir damga çıkardı ve derginin kapağındaki Penelope Cruz'un gözlerinin üzerine ''SAKINCALIDIR'' damgasını vurarak, olaya bakışını özetlemiş oldu. Memleketin tüm azınlıkları o ay birleşip, Altyazı'da yer almıştı ve benim söyleyeceğim herhangi bir şeyin karşımdaki robot-insan için hiçbir anlam ifade etmeyeceğini biliyordum. Çünkü ömrünü askerlik üzerine kurmuş biri vardı karşımda ve uzun yıllarını Güneydoğu'daki dağlarda geçirmişti ve bildiği tek dil askerceydi. Bense askerî sınırlar içerisinde kendisine böyle 'sakıncalı' dergiler gelen, güneydoğu kökenli bir kart kurt sesiydim onun için. Komutan, severek okuduğum ve ara sıra yazılar yazdığım dergimi, bir anda andıçlamış oldu. Artık Altyazı da Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bir komutan tarafından, sakıncalılar listesine eklenmişti. Dergiyi, alttaki çekmecenin başka bir gözüne yerleştirdi ve konuşmaya başladı. Yüksek sesle konuşuyordu ve boksör parmaklarını sert bir biçimde oynatıyordu. “Bu dergi, bir sinema dergisi değildir. Bu bölücü bir sinema dergisidir” deyip duraksadı biraz, cevap beklediğini düşünerek, bir şeyler anlatmaya başladım ama lafımı kesti yine. Karşısında konuşmak mümkün değildi artık. Bir sinema dergisinin nasıl olması gerektiğini uzun uzun anlatmaya başladı. Öyle bir anlatıyordu ki sanki yıllardır ordu içinde çıkan bir sinema dergisi var ve onun editörlüğünü yapıyordu. “Bu dergi vatana hizmet etmeyen bir dergidir,” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Kürtlerin Sineması yoktur. Bölücülerin sineması vardır ve ülkeyi bölmek isteyen, dış kaynaklı dış fonlu teröristlerin hizmetinde çalışan beslemelerin sineması vardır. Türk Sineması olur çünkü Türklerin büyük bir devleti vardır. Kürt Sineması olamaz, olmayacaktır da, diye uzun bir söylev çekti 'yüksek' sinema bilgisiyle. Ne çıkıyorsa bu Diyarbakır'da çıkıyor zaten, bölücüler iyi çalışıyor orada, silahı bırakmadılar bir de konferans düzenliyorlar işte.”
Arada, yanında dikilen uzman çavuşa bakıp ondan onay bekliyordu sanki. Uzman çavuş da komutanın bakışlarına uysal bir şekilde ve hayranlıkla ''emrettiğiniz gibi komutanım'' yanıtını veriyordu mekanik bir ses tonuyla. Komutan, dergideki tartışmaya milliyetçi bir cepheden katıldığının farkında olmadan, gittikçe heyecanlanarak ve bağırarak konuşmasını sürdürdü. Karşısında, kendi tanımıyla, ''üniversiteyi bitirmiş'' biri vardı ve sanki içindeki öfkeyi bir “kart kurt”un üniversiteli olması ve böyle ''sakıncalı'' şeyleri okumasına yönlendiriyordu. Onun gibi biri için iyi bir Kürt ya ölüydü ya da askerliğini cehaleti nedeniyle uzun dönem bir er olarak yapan bir Kürttü. Çünkü uzun dönem askerler, her türlü muameleyi hak eden, “askerliğin yan gelip yatma yeri olmadığını” 15 ay boyunca bedenlerinin ve zihinlerinin her yerinde insanlık dışı muamelelerle yaşayan ve hiçbir söz hakkı olmayan “zavallılar”dı. Üniversite okuyup kısa dönem askerlik yapanlara ise, daha dikkatli davranmaları gerekiyordu. Çünkü onların ağızları 'laf yapıyordu' ve çoğu 'iyi aileler'in çocuklarıydı.Birçok rütbelinin her an hissettirdiği askerlik evrenindeki bir diğer gerçek de, askerliğin sınıfsal sınırlarının olduğu ve her askere aynı şekilde davranılamayacağıydı.
Komutan yarım saate yakın bir süre vatanın kutsal değerleri, Kürtlerin dış devletler tarafından kullanıldığı, bölücülerin cahil olduğu ve cahillerin sinema yapamayacağını, bu sinemanın kendine Kürt diyen başka devletlerin ajanları tarafından yapıldığını ve iyi filmlerin milli değerler ve hassasiyetleri anlattığını oldukça ajitatif bir biçimde anlatırken, tepesinde duran uzman çavuşun gözleri parlıyordu. Arada kafasını sallayarak komutanını onayladığını gösteriyor ve dış düşmana karşı verdikleri mücadelede komutanın üstün sinema bilgisine hayranlığı gözlerinden okunuyordu. Bunları anlatırken arada Kurtlar Vadisi gibi filmlerden ve Osman Sınav gibi yönetmenlerden örnekler vererek sinema bilgisinin çok iyi olduğunu hırsla anlattıktan sonra şöyle dedi: “Bak oğlum, bu seferlik ceza vermiyorum sana. Sakıncalı yayın taşımaktan tutanak tutabilirim sana ve askerî cezaevine kadar gider bu. Bak biz askerlerimizin okumasını isteriz ama böyle şeyleri değil. Kütüphanemiz var burada, orada yüzlerce faydalı kitap var. Hiç oradan kitap okudun mu? Mesela, ‘Şu Çılgın Türkler’i okudun mu?"
Komutan bana fırsat vermeden sorduğu sorulara kendisi cevap veriyor, her konuşmaya başladığımda, lafımı bölerek, anlatmayı sürdürüyordu. "Okumadın tabii. Okumazsınız öyle şeyleri. Fazla vatansever değil mi onlar?” Yeniden sinirlenmişti komutan. Kaşları tekrar esas duruştaydı. “Bak,” dedi, “bu kez bir şey demiyorum. Ama bir daha bu tarz sakıncalı dergiler, kitaplar görürsem hiç iyi olmaz, haberin olsun. Bu dergiyi askerî sınırlarda okuyamazsın. Gözüm üzerinde Hakkarili.”
Cümlede üzerine basa basa vurguladığı şey memleketimdi. Kendimi Beckettvari absürd bir oyunda hissediyor ve artık bu sahnenin bitmesini istiyordum. Nihayet, “şimdi çıkabilirsin” dedi. Ben de geri geri giderek odadan çıkarken, ''emredersiniz desene lan'' diyerek son darbesini de vurmuş oldu. Duraksadım ve ''emredersiniz'' dedim alçak sesle. ''Bağır Lann'' dedi bu kez de. Yine 'devlet' gibi bakmaya başlamıştı. Bağırarak söyledim bu kez ve çıktım dışarı. Komutanın sözleri ve sert bakışları askerliğimin altyazısı olmuştu o an. Garip bir duygu vardı içimde. Böyle tuhaf bir ülkede yaşamak ve ömrünün altı ya da on beş ayını oldukça absürd bir askerî evrende geçirmek, militarizme olan öfkemi daha da artırdı. Bu yaşananların saçmalığını düşünürken, günlerdir beklediğim dergimi okuyamayacak olmanın hüznünü hissediyor ve boksör parmaklı komutanın, sert bakışları altında askerliğin artık daha da kötü geçeceğini biliyordum.
Koğuşa gittiğimde yaptığım ilk iş, kapıda görevli olan asker arkadaşıma artık bana dışardan gelen her şeyi, özellikle Altyazı sinema dergisini rütbelilerin eline geçmeden saklamasını söyledim ve önümüzdeki ay gelecek dergimin ve benim güvenliğim için böyle bir yöntemin olmazsa olmaz olduğunu anlattım. O da bunu deneyeceğini söyledi. Arkadaşımı arayıp dergiyi artık göndermemesini söylemeyi düşünmedim. Çünkü olması muhtemel her şeye rağmen, onların sakıncalı gördüğünü okumak ve küçük de olsa isyan etmek, o baskıcı ortamda benim için en anlamlı direnişti. Neyse ki, bir ay sonra Altyazı'nın 92. sayısı o yöntemle elime sağsalim ulaştı ve herkes uyuduğunda, dergimi kitap okuma lambasının küçük ışığı altında aklımda bir ay önce yaşadığım olayın tedirginliğiyle okumaya başladım ve dergiyi bitirdikten bir gün sonra, alt kattaki kalorifer kazanın içine atarak yaktım. Büyüdüğüm doğu kentinde, o dönem devlet tarafından yasaklanmış video ve müzik kasetlerinin, kitapların yakıldığını hatırladım o an hüzünle. O an tekrar anladım ki bu ülkede, bir dergiyi veya kitabı yakmak zorunda kalmanın tedirginliğidir militarizm ya da okullarda, askerî alanlarda, resmî kurumlarda ve hatta sokaklarda kimliğini/dilini/farklı olan her şeyini saklayarak yaşamak zorunda bırakılmaktır.
Altyazı, uzun yıllardır hayatımda yeri olan ve severek okuduğum/yazdığım iyi bir sinema dergisidir ve yaşamımı olduğu kadar askerliğimin o karanlık, sıkıcı ve oldukça anlamsız günlerini de daha anlamlı kıldı o küçücük özgürlük anlarımda. Hala okuyamadığım 91.sayının benim için özel olması; bu ülkede yaşatılmış ve yaşanan bunca baskıya ve engellemelere inat, iktidarların ''sakıncalı'' gördüğü vicdanlı, bağımsız ve yandaş olmayan işler yapmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatmasındandır.
100. sayısına ulaşan bu derginin ve diğer bağımsız, muhalif dergilerin, çok zor şartlarda var olduğunu, para cezalarıyla ve ekonomik baskılarla kapatılmaya çalışıldığını (bkz. Express) bilen biri olarak, sinemanın vicdanlı sesi olan Altyazı'ya ihtiyacımız var. Bu ülkenin her santimetrekaresini bir kışlaya ya da hapishaneye çevirmek isteyen sivil ya da askerî iktidarlara karşı, onların “sakıncalı” olarak gördükleri dergilerin, kitapların, filmlerin üretilmesi ve bu ülkenin daha özgür, daha yaşanılır bir yer olması dileğiyle...
Sinan Yusufoğlu, eski asker
*Bu yazıyı yayımlamamıza izin veren Altyazı dergisine ve Sinan Yusufoğlu'na teşekkürler.