Bedelli Askerliğin Dayanılmaz Hafifliği

Askerliğimi 2000'li yılların ilk yarısında bedelli olarak Burdur'da yaptım. Bir ayda yaşadığım saçmalıkların sayısını hatırlamıyorum. Saçmalıklar teslim olduğumuzda kışla kapısında başladı. Bedelli askerlik için bir sene önceden başvurduğum halde ismim listede geçmiyordu, sonuçta epey uğraştıktan sonra ek bir listede nihayet ismimi buldular. Asıl garip olan, içeriye bedelli askerlik için başvurmadan gelenleri bile alıyorlardı. Bunu koğuşlara ek ranzalar koyarak hallediyorlardı.

Sonra içerde kayıt işlemleri başladı. Eski tip daktilo dökümü olduğu düşük yazı kalitesinden belli olan değişik belgelere belki 10 kereden fazla isim, adres ve diğer kimlik bilgilerini yazdık, imza attık. Bu işlem neredeyse yarım günümüzü aldı. Fakat terhisimiz yaklaştığında koğuş kapısında bir liste gördük, terhis belgeleri için gene adres ve diğer kimlik verilerini istiyorlardı. 21. yüzyılda bizim TSK daha bilgisayar kullanmıyordu ve kağıt belgeleri de arşivlemeyi beceremiyordu.

Bölük komutanının bize ilk attiğı nutukta söylediği mantık denen şeyin kışla kapısının dışında geçerli olduğuydu. Bizim asker mantık denen şeyden hazzetmiyordu. Bölük komutanı bize TSK hakkında nutuk atmayı çok severdi. TSK bütün kurumların üstündeydi, askere kimse karışamazdı falan filan. Hatta bir defasında hızını alamayıp TSK'nın anayasanın bile üstünde olduğunu söyleyivermişti. TC'nin gerçek sahibi TSK idi. Gene bir defasında bir savaş esnasında komutanların askeri istedikleri gibi kullanabileceklerini, hatta gerekli görürlerse bir birliği yem olarak düşman hattına sürebileceklerini söylemişti. Bu zihniyeti tanıdıktan sonra Dağlıca, Aktütün gibi baskınlarda yaşanan ihmaller zincirine hiç şaşmadım.

İlk on gün yemin törenine kadar sadece yürüyüş düzeni eğitimi gördük. Kalan yirmi günde basık ve bunaltıcı salonlarda değişik konularda günde birkaç konferans alıyorduk. Konuşmacılar genelde çok monoton konuşan, sunum yapma becerisi olmayan tiplerdi. Askerlerin çoğu arka sıralarda fazla dikkat çekmeden uyumayı tercih ediyordu. Bu konferanslar sayesinde öğrendik ki Türk'e Türk'ten başka dost yoktu. TR'ye bütün komşuları, Ortadoğu ülkeleri, Avrupa ve Amerika aslında düşmandı. Düşman unsurlar içerisinde sadece Ortadoğu'nun en etkin unsurlarından olan İsrail'in ismi geçmiyordu. Bu, o zamanlar çok dikkatimi çekmisti.

Yemekhanelerde hijyen kuralları geçerli değildi. Her gün kışla fırınında taze ekmek pişiriliyor, bu ekmeklerin yarısı çöpe gidiyordu. TR'nin bütçesinden en yüksek payı alan kurumun subayları halen İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma Amerikan ciplerine biniyordu. Hangarın önünden geçerken gördüğümüz askeri araçlar da modern bir ordudan daha çok bir askeri müzede olması gereken şeylerdi. Ama yürüyüş esnasında "en büyük asker bizim asker" diye bağırmaktan boğazımız ağrıyordu. Herhalde TSK savaşta sadece bağırarak düşmanı yenebileceğini sanıyordu.

Askerlik adına öğrendiklerimiz askeri yürüyüş düzeni ve G1'lerle attığımız iki kurşundan ibaretti. Bu şahane eğitim için bir de 5000 euro ödemek zorundaydık. Komutanlar neden bu bir aylık kışla hapsine tabi tutulmak zorunda olduğumuza mantıklı bir cevap veremiyorlardı. TR'de herkes asker olmak zorundaydı, değilse eşitlik olmazdı.

Aramızda iş kazasından dolayı bacağında demir çubuk olanlar, çalıştığı ağır işten dolayı bel fıtığı olanlar vardı ama gene de askerlikten muaf tutulmamışlardı. Hatta bir tanesi vardı, yanında beş kiloluk bir tıbbi aletle gelmişti. Uyurken bu cihazı kullanmazsa dili boğazına kaçacağından ölebilirdi ama bu adam bile bir ay dahi olsa askerliğini yapmaya mecburdu. O zaman anladım ki TSK'da askerlik yapmanın aslında asker olmakla uzaktan yakından bir alakası yoktu.

İsimsiz, bize ulaşan eski asker