Gecekondudan Devşirme Karakollar, Lüks Orduevleri

3 Ekim 2008'de saldırıya uğrayan Aktütün Karakolu

Kato, Gabar, Cudi Dağları, Beşler, Cehennem Deresi, Van-Çatak, Bingöl, Tunceli'de girdiğim çatışmalar... Özel harekat olmanın bir bedeli olmalıydı bunlar. Ne de olsa kendim seçmiştim. Rahmetli babamın bayrak ve vatan sevgisi 1992 yılında astsubay olmama neden olmuştu. Onun bu sevgisi tüm aileye fazlasıyla geçmişti. Orta halli bir ailenin çocuğu idim. Gelirimiz babamın eve getirdigi maaştan başka bir şey değildi.

Çatışmalar, çatışmaları izliyor, geceler gündüzleri, yağmurlar çamur ve batakları, karlar soğuğu kovalayıp duruyordu. Artık öyle olmuştuk ki günlerden bile haberimiz yoktu. Yazları ise Güneydoğu'nun sıcağı hiç çekilmiyordu. Gündüz hamam gibi olan dağlar, geceleri dayanılamayacak kadar soğuk oluyordu. Artık konserve yemekten ne ağzımızda diş ne de midemiz kalmıştı.

Bazen dağlarda güzel, yıldızlı havalarda (tabii fırsat olursa) yıldızlarla konuşur, birgün yanlarına geleceğimi kucaklaşacağımızı söyler dururdum. Aylarca dağlarda bir domuz, bir tilki gibi yaşayan ve öyle kokan ve bazen ölüme öylesine yakın olan bu kişileri hatırlayan, soran var mıydı? Bizlerin şu anda nasıl yaşadığımızı, neler hissettiğimizi, nelere özlem duyduğumuzu bilmek isteyenler var mıydı? Olur ya, belki birileri vardır.

Tim komutanım, 10 gün izne gideceğimi söyledi. Ona "hayır" demek istemiyorum. Belki de bir daha bu 10 günü göremeyeceğim. Ankara, Bodrum, Antalya'yı gezmek, bol bol künefe yemek istiyorum. Ankara'da dolaşıyorum. Bir ara içimden orduevine gidip bir çorba içmek geliyor. Orduevinin lüksü ve ihtişamı karşısında içeri girmiyorum.
Giremiyorum. Suçluluk duyuyorum. İçimden bir ses hayır giremezsin diye bana haykırıyor. O gün 4 asker şehit olmuş! Gazeteler, TV'ler bas bas bağırıyor. Orduevi bahçesinden bira, içki kokuları ve hafif bir caz müziğinin eşliğinde nahoş kahkahalar yükseliyor. Masalarındaki gazetelerde yazan haberi gören rütbeliler aldırmıyorlar bile. Ne gerek var ki, bu tür şeyler keyif mi bozar? Subay orduevinin de önünden geçiyorum. Durum aynı. Yani, yeni bir şey yok.

Güneydoğu yıllarım esnasında yüzlerce karakol görme imkanım oldu. Gördüğüm şeyler dehşet vericiydi. Gerçekten bunlar birer karakol muydu? Yoksa gecekondudan devşirme, hiçbir mermi ve patlayıcıya dayanamayacak durumda, bakımsız, bitik kerpiç duvarlarla örülmüş binalar mı? PKK saldırısına hiç ama hiç dayanamayacak bir şekilde dizayn edilmiş bu yerler TC devletinin ve ordusunun yerleri miydi?

Lüks orduevlerine ve kamplara milyarlarca lira para harcayan bu ordu, bu karakollara neden bakmıyordu? Kendi askerini neden bu kadar yalnız ve kaderine terkedilmiş bırakmıştı? Bu kadar lüks ve şaşaalı bir yaşam subay ve astsubaylar için çok mu gerekli idi? Yeni pişmiş baklavaları ve börekleri löpür löpür yiyen, üstüne de "Oğlum çay, oğlum bira getir" diye haykıran bu baş edilemez subay ve astsubaylar gerçekten Türk ordusundan mıydı? Hani ordu millet; millet de orduydu? Öyleyse normal vatandaş askerlik hizmetini verdiği bu vatana ait olan orduevlerine neden giremiyordu? Hep bu sorular kafamda dolaştı durdu.

10 günlük iznimin ancak 5 gününü geçirebiliyorum. Birliğime döndüğümde kendimi helikopterde Şırnak'ta gerçekleşecek bir çatışmaya giderken buluyorum. Kanasıma üzerinde ilk adresi yazılı mermiyi sürüyorum. Yine karakolların üzerinden uçuyoruz. Onlara bakıp duruyorum, lüks orduevlerini ve kampları hatırlıyorum. Sigaramdan 4 askerin şehit oluşunu içime çekiyorum. İçim yanıyor, yanıyor. Ve son kez Ankara'daki orduevinde ortalığı saran bira ve caz müziği eşliğindeki kahkahaları anımsıyorum.

İsimsiz, bize ulaşan muvazzaf astsubay