Canım Yanıyordu!

Can yanması.. Çile çekmek için Tibet'e gidiyormuş bazı o. çocukları. Askere gitsinler bence. Bir kutsal görev adı altındaki zorunluluğun ne denli can yakıcı olduğunu görmek için.
155 gün, 12 ay ya da 460 gün kaybolsunlar zaman kavramının içerisinde... Canları yansın... Haftanın üç günü 4 saat arayla 4'er saatlik iki gece nöbetine çıkıp da delirsinler uykusuzluktan... Yitirsinler akılllarını...

Ben gittim çünkü.. İlk gün, bir zırhlı tugayın içerisine düştüğüm an, "ben buraya ait değilim" dedim. Ki bunun ıspat edilmesi uzun sürmedi. Aradan geçen bir kaç acemilik haftası sonrasında bir gece tüm koğuş uyurken ayağıma terlikleri geçirip, firar etmeyi düşündüm. 3. kattaki koğuştan indim aşağıya. Telefon kulübesinin dibine çöküp bir sigara içtim. Annemi aradım. Açmadı telefonu. Ablamı aradım. Açmadı. Abimi. En sevdiğim arkadaşımı. Hiç sevmediğim bir müşterimi... O da açmayınca kafamdan bir numara çevirdim. O da açmadı. Öylece kaldım o telefon kulübesinin dibinde. Canım yanıyordu.

Acıya dair, can yanmasına dair hissettiğim her şeyin koca bir yalan olduğunu o an anladım. Benim çekeceğim acı yeni başlıyordu. Benim çilem, arınmam şimdi başlıyordu. 29 yaşımda, erkek oluyordum. Zoruma giden her şeye "emredersiniz komutanım" diye diye... Zira tasarlanan hiçbir şey bana göre değildi. Hiçbir şey hem de!

Denetleme adı altındaki görsel şovdan önce tüm askerlerin nasıl huzursuz edildiğini bir ben biliyordum sanki.
Alay komutanı tabura, bölüğe ya da görev yaptığım sınır karakoluna gelmezden önce nöbetten dönen bir piyadenin sırtında g-3 varken eline tutuşturulan fırça-çekpas ve paspas üçlüsünün gerçek savaş malzememiz olduğuna bile yemin edebilirdim.

Yağmurda ıslanmamızdan dolayı değil bir kedi yavrusu, bir köpek gibi üşüdüğümüzde tüfeklerimizin ateşlenmeyeceğini ilk atış yaptığımız zaman öğrenmiştim. O yüzden nöbetlerde, g-3'ümü bırakırdım iki metre öteme. Çelik kuleye sırtımı verip, nöbet yerine getirdiğim sigaralardan içerdim. Önümdeki dağa baktığımda iğrenirdim kendimden. İçimde aylar vardı. Bitmesi ve geçmesi imkansız zamanlar... Ve ben çaktırmadan ağlardım. Hem de ne ağlamak. Tercihim olmayan çok kötü bir senaryonun çok kötü bir oyuncusu olduğumdan.

En çok da uykusuzluk koyardı bana. En çok da Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin herhangi bir köyünde vekil öğretmenlik yaparken bu zorunlu kutsallığa zorla getirilen Hurşit'in birleştirilmiş sınıf adı altındaki öğretmen eksikliğinden kaynaklı 47 çocuğu o sınıfta bırakıp da karakol bahçesinin etrafındaki otları yolup, bir metre ötede boşluğa çim ekmesi. En çok da ikiyüzlülük zoruma giderdi benim.

Birbirine ihanet etmekten daha iğrenç gelirdi bana, alay komutanı gelmezden önce aldığımız eğitim pozisyonu. "Sen geç" derdi bana takım astsubayı ya da takım komutanı. "Sen geç alay komutanının görebileceği bir yere. Kendisi bugünkü eğitim konunuz ne derse, vatan sevgisi deyip, bir şeyler anlat". "Emredersiniz komutanım" deyip ben geçerdim, televizyonun dibine. O da gelirdi akşama doğru. Atatürk'le ilgili şiir bilmeyen her Türk askerine "soytarısınız siz" deyip eklerdi: "Dikkatli olun bu aralar, karşıdaki dağdan bir havan saldırısı olsa hepiniz ölürsünüz". "Biliyoruz komutanım" diyemezdik. Zira askeri mahkeme denen bir sistemi vardı bu kurumun. Hemen tutanağın tutulup da şutlandığın... Sonrasında ise belalarını buldukları askeri mahkeme.

Bu yüzden küfrediyorduk. İçimizden. Maç izlerken, karakolun etrafında sigara içerken, içtimadayken... Ve dışımızdan. Hatta yemek esnasında. Siirtli İsmail'in yaptığı gibi. Televizyonda zorunlu askerlik görevinin süresinin kısalıp kısalmayacağı konusunda kamuoyu araştırmasına katılan bir gencin, "kısalmamalı, hatta 2 yıl olmalı. Her Türk genci gidip gönüllü olarak yapmalı" cümlesi üzerine, "siktir! Belki de asker kaçağısındır o. çocuğu!" dediği gibi.

Sivili anlatıyorduk hep. Daha onyedi yaşındaki Mehmet Emin'in anlattığı gibi. Ve sivile dair hayatlarımızı. Bu yüzden yalan söylüyorduk çoğu kez. Bu yüzden kafa tutuyorduk herkese ve her şeye. Rdm damgası yiyip de askeri landa dolduruluyorduk yarım manga asker. Her çarşamba.

Bir öğle yemeğinde, tabur komutanı önüne konulan ekmek bayat diye karakolda terör estirirken yemekhanedeki duvarda asılı duran Çanakkale şehitlerinin kemiklerinin sızısını içimde hissediyordum ve onların yarım parça ekmekle verdikleri mücadelenin bir milliliği kalmıyordu nazarımda.

Canım yanıyordu benim. Bu yüzden bildiğim sorulara da cevap vermiyordum. Sırf hep ben sürüneyim diye. Avuçlarım, kaval kemiklerim, dirseklerim kanasın diye. Yüzümü çakıl taşlarına yapıştırdığımda gülüyordum. Kahkahalarla. Korkuyordu birileri. Bu yüzden "kalk" deniliyordu, "derhal!" Kalkıyordum ben de. Önemli olan tek şeyin oradaki sayılı günlerimi doldurmak olduğunu ise son bir hafta kala anlıyordum. Ama artık geçti. Ben çelik gibiydim çünkü. Vatan-millet-Sakarya üçgeninin iç açılarının kaç derece olduğunu biliyordum. Kürt çocuklarının en çok sevdikleri Kürtçe şarkının "bete nabe" olduğunu bildiğim gibi.

Bu bir kutsallıktı. Davul ve zurnayla gelinip ağlaya ağlaya yapılıp küfrede küfrede bitirilen... Maaş olarak da aylık 14 TL veriliyordu. Dirimiz olmasa da belki ölümüz işe yarayabilirdi. Zira acemiliğimizin ilk haftasında asker sigortası yaptırmıştık. O da zorunluydu. Bunu yaptıran kıdemli başçavuş eklemişti en sonunda: "Nasılsa içinizdeki herkes çok zengin değil. Hiç olmadı, sonunda nöbette kafanıza sı... aileniz de 20 bin TL...!"

Neyse... Pratik ve net, hatta şık bir son! Ama hiç kimse kendini öldüremez burada. Ölümün cezası bile ölüm! Zira biliyorlar, her Türk asker doğar. Doğmadığını iddia edenleri ise kariyer yapmadığı ilk an ensesinden tutup alırız emrimiz altına.

Sonra şehit cenazeleri olur. Hep bir ağızdan "Tekbir, Allahu Ekber!" diye bağırır birileri. Bizlerse devam ederiz vatanı korumaya. Karakollara baskın olur. Hava sisliydi diye geç müdahale ederiz. Gencecik bedenler ve ruhlar yok olup gider.

Acılı bir baba ekrana çıkıp da söylenir: "Bin oğlum olsun, bini de bu vatana feda!" Zira milliyetçiliğin bir din olduğu bu ülkede askerlik elde avuçta kalan son kutsallıklardandır. O da giderse ne kalır geriye? Profesyonel orduya geçmeye ne lüzum var? Nasılsa bir şekilde analar doğuruyor çocukları. Büyütüp de gönderiyorlar işte. Göndermek zorundalar çünkü. 8 yıllık temel eğitime çocuğunu göndermemenin cezasının sadece para olduğu bu ülkede, oğlunu askere göndermemenin bedeli hapis!

Bu bile yeterli askerliği anlatmak için. Uzun söze ne hacet!

Ne diyorduk? Acı çekmek için Tibet'e gidiyormuş bazıları... Bence...

Neyse!

"cennetten kovulan" rumuzlu Ekşisözlük yazarı, Ekşisözlük'ten alıntı